Üye
(4 Puan)
|
Öyle..:
Oysa seni bir mezarlık kalabalığında ya da bir mahşer yalnızlığında bulmayı isterdim. Üç bin yılın kederiyle sararmış yorgun bir tanrı yüzünün görkemli yalnızlığının ortasında seninle karşılaşmayı; güneşin ve yağmurların alnındaki çizgileri döktüğü boğazına dek toprağa gömülü bir tanrıça başında sevişmeyi, gülüşmeyi ve hüzünlenmeyi isterdim. Hiçbir şeyi olmayan, ama her şeye sahip -iyileşmez ve iflah olmaz- hasta bir homeless gibi oturduğun sokakta yaşamayı, yalnızlığımla sıradan ama yalnızlığımla sıradanı öldürerek, sokağın kalabalığını derin yalnızlığımla yenmeyi; vakur, naif ve asla uslanmaz, tunçtan, yoksul ve kibirli ve en insan yanımla kentin canına okumayı isterdim. Gölgemin gölgene eklenerek büyümesini ve zifiri karanlıkta dahi kaybolmamasını; derin ve dipsiz kuyularda ``unutulmuş`` Yusuf gibi bir gün yukarı baktığımda o bir avuç gökyüzünde yalnızca seni görebilmeyi; yaratılmaktan nefret eden bir insan ve yaratmaktan nefret eden bir tanrı olmayı isterdim.
Senden binlerce kilometre uzaklaşmayı ve nereye gidersem gideyim her köşe başında karşılaştığım yabancının kesinlikle sen olduğunu bilmeyi ve sensizlikte seni milyonlarca çoğaltabilmeyi isterdim.
Derin bir uçurumun en dibinde -tıpkı o prenses gibi- yüzlerce metre yukarıdan sarkıttığın ipek saçlarına -incitmekten çekinerek- tutunarak, yukarıya, yani sana doğru tırmanmayı isterdim. Haritada bile yeri olmayan, diyelim Pasifik okyanusundaki ücra bir adada, yüzyıllardır gemi bekleyen bir kazazede gibi seni beklemeyi ve gelen ilk gemide senin olmadığını anladığımda kesin bir kararlılıkla küçük adamı terk etmeyi reddetmeyi isterdim.
Seni o kadar sınırsız sevmek isterdim ki, giderek inanılmaz büyüyen aşkımın görkeminden korkarak, -ve giderek büyüyen her şeyin buna paralel olarak da öldüğünü dehşetle fark ederek- aşkımı dizginlemeyi isterdim.
Derin kederler içinde kıvranan Yunus gibi, seni gördüğümde, aslolanın bulmak değil aramak olduğunu bilerek tüm bedenimle seni yadsımayı isterdim.
Ofelya gibi ölürken bir dala değil, ellerime tutunmanı, diğer elini ise acıyan yüreğine bastırmanı; karanlık mahzenlerde, elinde meşalesiyle, gözleri yuvalarından uğramış Lady Macbeth gibi seni aramayı ve duvarlara çarparak büyüyen sesimin korkunç umutsuzluğundan korkarak çılgınca koşmayı isterdim.
Tolstoy gibi umutsuz aşkımın kölesi olmayı, ve seni unutmak için günlerce uçsuz bucaksız tarlalarda ekin biçmeyi, seni ve kendimi unutabilmeyi ve yıllar sonra seni ilk gördüğümde aşkımın ölmediğini hissederek mutluluktan titreyebilmeyi isterdim. Ve yine Tolstoy gibi, İsa`nın kendim olduğunun farkına vararak aforoz edilmeyi, varımı yoğumu -senden başka- her şeyimi dağıtmayı ve sana kavuştuktan yıllar sonra bir gece gizlice seni ve evimizi terk ederek -yine onun gibi- ıssız bir tren istasyonunda zatürreden ölmeyi isterdim. Ve sana kavuşmanın içimdeki seni küçülttüğünün ve öldürdüğünün farkına vararak, derin ve tarifsiz acımla sessizliğe gömülerek bir daha hiç konuşmamayı isterdim.
Pompei`nin son günlerinde, herkes korkuyla birbirine sarılmış, gökten yağan ölümden kaçmaya çalışırken -yerde yatan yüzlerce ölüye hiç bakmadan- çılgın bir telaşla seni sağ kalanlar arasında aramayı isterdim.
Hüznümü yaşama, aklımı zamana ve bedenimi ölüme ödünç vererek çoğalmayı; ölmeden ölmek için senin ölümünü beklemeyi; acemi bir şair heyecanıyla şiirler yazıp sana bile göstermemeyi ve bir kez daha görmekten korkarak telaşla yakmayı ve küllerini, kendi küllerimin de konulacağı bir kavanozun içinde ölümümüze dek saklamayı isterdim. Seni kaybetmekten korkmayacak ve kaybettiğimdeyse üzülmeyecek, umursamayacak; bir gün ellerin ellerime uzandığında ``Bitti.`` diyebilecek kadar sevmeyi; ve geri kalan ömrümü ise seni düşünerek tamamlamayı isterdim.
Kışın ortasında, karlarla kaplı bir çam ormanında -tıpkı benim gibi üşümüş ve bir ağaca sığınan yalnız bir kuş gibi sana sığınmayı; bir nehir kıyısında yaşamını -yüzündeki derin çizgilere benzeyen- çakıllı yollarda tüketmiş bir çingenenin akort tutmaz yaşlı kemanından hüzünlü şarkılar dinlemeyi, önümüzde giderek büyüyen ateşe bakarak düş kurmayı ve ağlamayı isterdim. Karlarla kaplı bir zirveye aşkımı gömerek aşağıya -trajik sonuna- yaklaştıkça büyüyen bir çığ ile sana göndermeyi isterdim.
Gece vakti uzak bir kıyıda, yıldızların ışığı altında alnımıza sığınan kuşları dinlendirmeyi; hırçın bir hızla koşan bir lokomotifin ateşler içinde uçuşan dumanının arasında belli belirsiz hüzünlü yüzünü seçebilmeyi; dünyanın damında bir tapınağa sığınarak, sonsuza dek, -kutsal bir dua gibi yanlış okumaktan çekinerek- adını sayıklamayı isterdim.
Bir okyanusun ortasında batan bir geminin parçasına tutunmuş ve çevresi köpekbalıklarınca sarılmış bir denizcinin çaresizliği ve yalnızlığıyla sana tutunabilmeyi, son bir kez güneşe, bulutlara ve sana gülümseyerek ölmeyi isterdim. Ben Mısır tanrısı Osiris, sen İsis; ben Kenan bereket tanrısı Baal, sense Anath; sonra ben Hint tanrısı Shira sen Parvati; sen aşk tanrıçası ölümsüz Afrodit olmalıydın, bense aşığın ölümlü çocuk Adonis; seninle bütün büyük ve ölümsüz aşkların öznesi olmayı isterdim.
Her şeyi deneyen, ama hiçbir şey öğrenmeyen; her şeyi bilen ama hiçbir şey öğretmeyen, her şeyi arayan ama hiçbir şey bulamayan Buda kadar büyük hayal kırıklığımla, bir ırmak kenarında yaşayan bilge kayıkçıya iltica eder gibi, içimdeki ırmakta yıkanarak arınmayı isterdim.
İsa gibi çarmıha gerilmeyi ve gömüldükten sonra, tıpkı Maria Magdalena gibi senin mezarımın başında beni görme umuduyla beklemeni ve yalnızca senin için dirilmeyi isterdim.
Mozart`ın 40. senfonisinin tadını seni dinlerken hissetmeyi, bir gemi yalnızlığında ve bir okyanus ortasında, yıldızların çoktan terk ettiği karanlık bir gökyüzünün altında, yalnızca ürkek bir ayışığı varken, ıslak güverte ve denizin başdöndürücü kokusundan senin kokunu ayırt edebilmeyi; Mendelson`un o iç kanatan keman konçertosunu dinlerken seninle kanamayı iserdim. Vivaldi`nin dört mevsiminde yaşamayı isterdim seninle, karın üstümüze, yağmurun yüreklerimize yağmasını, yapraklarınsa omuzlarımıza dökülmesini ve taze bir ekmek gibi kokan baharın bir bolero hafifliğinde bizimle birlikte uyanmasını isterdim.
Marguéz`in Kolera Günlerinde Aşk adlı romanındaki gibi bir aşk yaşamak isterdim seninle. Öylesine büyülenmek ki, konuşmaya, yanına yaklaşmaya cesaret edememek, seni bir an görebilmek için bir yüzyıl beklemeyi göze alabilmeyi göze alabilmeyi isterdim. Florenta Ariza ve Fermina Daza`nın aşkları gibi ölümcül ve olağanüstü tutkulu; öyle büyük bir aşk olmalıydı ki, tıpkı Florenta Ariza gibi göğsüme doğrulmuş bir tabanca karşısında, ``Aşk yüzünden ölmekten büyük bir onur yoktur.`` diyebilmeyi; saçlarımın aşktan karmakarışık olmasını; herkes Ariza gibi kolera olduğumu sanırken, yalnızca aşkımın büyüklüğünden ateşler içinde yataklara düşmeyi; ve tıpkı onun annesi gibi benim annemin de, ``Gençsin, çekebildiğin kadar acı çek.`` demesini isterdim.
Öyle bir aşk olmalıydı ki, nedensiz ve bir anda büyük bir tutkuyla başlamalı ve yine öyle nedensiz ve bir anda sona ermeliydi.
|