Sonra bir yalın rüzgâr çarpan yüreğine, içine hapis ne varsa parmaklarından salınır yetimliği sımsıkı tuttuğu demir parmaklıklarda…
Sen, vatansızlık nedir bilir misin ya da bomboş bir heybenin aslında ne denli ağır olduğunu, doludan öte.. Bak bakalım yaşadığın topluma, sana nasıl baktığına, kimliğine nasıl bir etiket yapıştırdığına, aitsizliğine, kendisizliğine, hiçliğine dön bir bak… Bir bak nasıl da yarım bile değilsin, o derece nasıl da çeyrek aslında.
Ya da bir düşünsene aslını nerede unuttuğunu, kaybettiğini, en son kime emanettin mesela? En son kim için savaşa çıktın, kendin için tek bir kurşun bile sıkmaya yokken cesaretin hayata! Dön bak bakalım neredeler? Nerdeler?
Geçenlerde bir yerde okumuştum, insan en çok da ihanet ettiğini unutmak istermiş. Belki de en büyük ihanetleri kendimize ettiğimiz için midir kendimizi bu denli unutuşumuz…
Günlerdir açıyorum bu sayfayı, tek bir harfe bile uzanamayan parmaklarımın uçları bu gece biraz sızısını bırakınca avuçlarıma, yeniden açtım ekranı.
Yine karşımda bembeyaz bir sayfa, aklımda milyonlarca cümle, içim alabildiğince kendi halinde. Yukarıdaki satırları yazarken birden,
O geliyor aklıma, tramvaydaki kadın… Gecenin bir yarısı, o bomboş tramvayın içinde, hıçkırıklarını tüm boşluklara tokat gibi çarpan kadın. Yine soruyorum kendime, neydi onu o kadar çok acıtan ağlatan şey. Bir ihanet mi? Bir kayıp mı? Bir yalan mı? Bir çaresizlik mi? Ya da hepsi birden mi! Bir kadını bu denli içten, yalın, çıplak ve vurucu ağlatabilen o şey gücünü neye borçluydu?
Yüzünü hiç göremedim, birkaç koltuk arkada çaprazında oturuyordum. Bakmamaya çalıştım, duymamaya, orada yokmuş gibi davranmaya. Ama kaçtıkça o gerçeğin peşinden, koşar ayak daha çok çekti beni içindeki acı. O an sadece gidip omzuna dokunmak ve ‘Tamam geçecek sadece buna inan’ demek geldi içimden ama yapamadım. Çünkü bazen geçmiyor, erteliyor, saklanıyor, ya da seni kendi haline bırakıyor bir süre sonra ve günü geldiğinde yeniden uğruyor, şöyle bir geçerken hayatının tam ortasına!
Ara ara derin nefes alıp yüzüne düşen saçlarını, elleriyle başının arkasına atışına takıldı gözlerim. Bir şey tutuyordu avucunun içinde, bir şey, hiç bırakmak istemeyip de bir an önce kurtulmak istediği gibi. Aslında her şeyi sığdırmıştı o avuca. Belki de tüm geçmişi, geleceği, o anı, 5 dakika öncesi ya da kaderinin son cümlesi… Her ne ise, oradaydı ve ben onu bilmek istedim delirmişcesine…
Yeniden çevirdi yüzünü, az önce dayadığı cama, bir süre sessizce izledi, gördüklerinde değil, görmek istediklerinde olacak ki aklı, aniden çantasına uzandı ve telefonunu çıkardı. Ekranına baktı, yeniden yükseldi hıçkırıkları, bu kez sessizlerdi, bu kez sadece omuzlarının iniş çıkışlarından dağlıyorlardı boşluğa. O an doğruldum, kalktım ve bir adım attım kadına ve durdum aniden. Neden bilmiyorum durdum. Arafta kalmak gibiydi, gitsem gidemiyorum, kalsam kalamıyorum… Birisini aradı, uzun uzun aradı ancak açılmadı tel. Derin bir nefes aldı, saçlarını topladı, yüzünü sildi, rujunu sürdü! Sert bir şekilde kapattı elindeki aynayı. O an elinde tuttuğu şeyin artık avuçlarında olmadığını gördüm! Tramvay yavaşladı, kadın kalktı kapıya yöneldi ve ‘Tamam’ dedi! TAMAM…
Durdu tramvay, kapı açıldı, kadın bir adım attı ve yere bir şey düştü. Duraksadı ama dönüp bakmadı. Çantasını omzuna takıp çıktı, hızlıca karıştı gecenin koynuna. Yerdeydi, az önce avucunda sıkıca tuttuğu şey yerdeydi.
Bu kez durdurmadı ayaklarım beni ve ona götürdü, bu kez benim avuçlarımdaydı, bir kağıt… Ve o kağıt, teninde şu satırları taşıyordu;
‘Sonra bir yalın rüzgâr çarpan yüreğine, içine hapis ne varsa parmaklarından salınır yetimliği sımsıkı tuttuğu demir parmaklıklarda… Ne sana aittim ne de kendime. Bilirsin netsizliği sevmem. Ama ilk defa tek bir şeyden emin oldum o gün, içinin demir parmaklıklarına hapistim ve bir ömür çürütemeyecektim kendimi senin dört duvarların arasında. İşte gidiyorum, hiç tutamadığın, sarmadığın, belki de hiç ev sahipliğini bile bana layık görmediğin yüreğine çarpıyorum bu gece kapılarımı. Oysa ben razıydım bir ömür misafir kalmaya, en yaraşır adabımla! Sen bana hep, cezaevi müdürlerinin rutubet ve vicdansızlık kokan gözleriyle baktın, ben ise sana hep, özgürlüğünü tek bir gülüşüne satabilecek kadar hapishanene sevdalanana arlanmaz bir suçlu kadar çaresiz… Ama o gece anladım ki…’
Tam da burada bitiyordu yazı, hemen arkasını çevirdim ama bomboştu, sonra fark ettim ki kağıt yırtılmıştı. Ve biliyordum artık, asıl can yakan o avuçların içinde gitti o tramvaydan! Bilerek bırakmadı kadın. İnsan bazen unutmak için canını en çok yakanı saklar ömründe ve astı kadın, asıl canını yakan cümleleri yüreğine… Nefretini beslemek ve onu sadece o cümlelerle hatırlamak için.
Şimdi düşünüyorum da, peki ya bu satırların asıl sahibi kadının kendisiyse! Ya bu cümleler kadın tarafından bir başkasına yazıldıysa!
İşte o zaman, yanına aldığı o parça kendisinden kopardığı en büyük parça demektir.
Sahi neydi onu o kadar çok acıtan ağlatan şey. Bir ihanet mi? Bir kayıp mı? Bir yalan mı? Bir çaresizlik mi? Ya da hepsi birden mi! Bir kadını bu denli içten, yalın, çıplak ve vurucu ağlatabilen o şey gücünü neye borçluydu?
İşte bunu hiç bilemedim…
|