Durgun ve derin bir akşam bu…
Çoktandır içmemiştim, bir kadeh de masada senin için…
Hani anlatmıyorsun demiştin ya, hani en çok suskunluğumdan şikâyetçiydin, “Yok bişeyim!`` lerimden nefret ederdin. Çarpa çarpa bir hal oldum, duvarlarını aşamıyorum derdin. Dinle şimdi beni, ama sadece dinle, konuşursan giderim!
Görüyorsun ya, olmadı… Olmayacaktı…
Olmayacağını en baştan söylediğim bir duaya “Âminnnn!” diye haykırdın sen!
Boyun yetişmiyordu ruhumun derinliklerine… Sen bana geç kalmıştın, bense sana erken. Başlamadan bitmeliydi bu masal. Anlatamadım… Coşkun akan ırmaklar gibi, bana doğru öyle bir gelişin vardı ki… Durduramadım. Çeşmelerinden neşe ve mutluluk akan gönül sarayımın kapısına dayandın. Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin dedim, kucakladım. Sonuç? Yer gök kırmızı şimdi.
Borcumu ödediğim aşka, borçlu çıkardın beni, için yana yana. Dört bir yanını ahlarla süslediğin yüreğime, bir ah daha ettin en yaldızlısından. Altından nasıl kalkacağımı merak ederken, hayal ötesi bir kırılmışlığın kurbanı oldun. Her birini öfke ve kinle donattığın kartların açıldığında, ortada girdiğin girdaptan kurtulmak için yarattığın simsiyah bir düşten başka hiç bir şey yoktu…
Ben hayatımda hiçbir kadına “Benden daha iyilerine layıksın” gibi tuhaf ve korkak bir cümle söylemedim. Ne kendimi hafife aldım ne de karşımdakinin duygularına çizik attım. Sen ki, kelimelerimin hançerden keskin, yüreğimin ateşten gömlek olduğunu herkesten iyi bilirken, bir cümlemle gözyaşlarını caddelere yağmur gibi bıraktığını nasıl unutursun? Her şeyi seninle apaçık konuşurken, “Bu kadar yürekli olmak zorunda mısın” diyerek isyan ettiğini nasıl unutursun? Nasıl unutursun da doğruluğumu yargılarsın fütursuzca? Öyle kırmızı öyle ağır ki her şey, dokunduğum her anının arkasından kirli kurgular, sehpaya çıkarılmış ithamlar, yargısız infazlar çıkıyor…
Daha kaç yalan var bilmediğim söylesene? Kaç sır, kaç karanlık? Kaç bilinmeyenli denklemsin, çözdükçe çoğalan? Köprüler kuralım derken, altından geçecek olan gemileri yaktırdın bana ey sevgili… Nerdesin şimdi? Hangi kuytuda üşüyorsun? Hangi karanlıkta sessizce ağlıyorsun? Yaklaştıkça uzaklaşan bir ses, yakaladıkça kaçan bir gölge gibi kayıp gittin avuçlarımdan. Şimdi hangi kirli sularda yüzüyorsun? Saçlarına taktığım yıldızları, hangi bedenler için çıkarıyorsun? Bakışlarına kondurduğum ışığı, hangi günahkâr gecenin karanlığına mahkûm ediyorsun? Ne olacak şimdi bunca hayal? Hangi fakire ekmek olacak? Yerle bir ettiğin sarayımızın mermerleri, hangi mezar taşında can bulacak?
Öyle tanıdıksın ki aslında, biraz yabancılaşsaydık ne iyi olurdu... Nasıl yani deseydim mesela, bu sen olamazsın deseydim, şaşırsaydım, kendi şaşkınlığımda kaybolsaydım. Kaybolmadım ne yazık ki, buradayım tüm çıplaklığımla. Öyle iyi tanıyorum ki ben bu senaryoları, örtünme gereği dahi duymuyorum. Köşe bucak kaçtığım kadınların, kırık dökük hikâyelerisin sen. Bilirsin ciğerimi nasıl sökeceğini de, bildiğin şeye cesaret yürek isterdi tabii…
Kan sızıyor şimdi kalbinin kenarından…
Bir kere vursam ikinin hatırı kalırdı, iki kere vursam üçün boynu bükük. Şairin dediği gibi kanın günlerce akmalıydı caddelerden. Kıstığım gözlerim ölümüne bastı tetiğe. Yüreğim titremedi bakışlarımın titrediği kadar. Nasıl yitirdiysem yüreğimdekileri, kurşun olup geçti bakışlarım bedeninin üzerinden.
Öylece kalakaldın ardımda, kımıldayamadan, son bir kez kalkıp bakamadan…
Bense uçurumdan karanlığa atlar gibi, hüzünlerimin gölgesinde kayboldum. Sanki hiç yaşamamışım, bu dünyadan hiç geçmemişim gibi…
HAMİŞ: Söylesene, hangimiz ödedi şimdi bu sevdanın bedelini?
Işık ve Sevgiyle
Bilge Adam
|