2010’lu yılların başlarında ansızın hayatıma dâhil olan bir adamdan bahsetmek istiyorum size… Çok derin ve yeşil sürmeli gözlerinden, sene de bir kez uçlarını aldığı ipeksi uzun saçlarından ve büyük elleriyle dokunduğu her yeri kâh heyecanlanmasından kâh huzur vermesinden bahsetmek istiyorum. Onuncu senemize kucak açarken kalbim, uykularım biraz hasta çünkü geceleri eksiğiz ve ruhum sağlığından endişeleniyor. Evet, hayatımın neredeyse on senesini koca bir adamla geçirdim. Değdi mi? Of… O nasıl bir değmekti, nasıl sihirli bir değnekti…
Kendime geldiğimde onun benim misafirim veya ziyaretçim değil; ruh eşim, öteki yarım olduğunu anlamıştım. Zor durumda, aciz, çocuksu ve cahil, mağdur olmasına acıyıp kapımı araladığım bu adamın aslında beni köhne geçireceğim yıllarımdan kurtarmış olması en hassas ters köşem olmuştur. Onu bana (ne müthiştir ki zorla) iteleyen arkadaşımın şu lafıyla (bir anlık o güzel gafletle) ‘gelsin, ama sen getir.’ demiştim. Çünkü bana ‘Çok yakışıklı ve güvenilir, tekin bir çocuk. Sana asla zararı olmaz fakat hasta biraz. Kaldığı yerde diğer çocuklar dövmüş. En azından birkaç gün, benim ev müsait olunca haber ederim zaten bana gelir.’ Bunca acıta edebiyatın öznesi olan bu adam nasıl bir adamdır? Ve hiç mi albenisi yoktur, neden bu denli hoş betimlenmesine rağmen kendine birini bulup hayatını kurtarmamış diye düşündüm? Kimi kimsesi neden yok ve hikâyesi neydir? Bana ballandırılarak anlatılan bu adamın ev arkadaşı olarak bana; benim kadar aksi, otoriter, sakin ve sessiz bir insana getirilmesi de ayrı bir muammaydı.O gelene kadar ve onu tanıyana kadar lanetlediğim vicdanım onu kabul etmesiyle aslında ömründeki en haklı ve yararlı kararı vermiş.
Eve gelişi dahi narin ve asildi. Yaşadığı fiziksel şiddetten ötürü arkadaşımdan destek alarak arabadan iniyordu, fakat gözlerim o haliyle yaşamışlığımda gördüğüm en güçlü beyefendiyle tanışmıştı. Kapıyı açtığımda istemsiz, duygusuz ve hatta anlamsız fakat refleks olmayan bir kucak açmıştım. Kendimi o an bulduğum nokta tüm soru işaretlerime birer sus payı olmuştu. Başkalığı bile çok farklıydı, öteki erkekler gibi değildi ya da ben doğru bir karar aldığımı hissetmek için kendi kendime onu içimde süslemeye başlamıştım. Biz bambaşka zekâlarla mayalanmış farklı farklı hayatta kalma arzuları olan karakterlerdik. Aynı dili dahi konuşamayan, birbirimizin dilinden anlamayan, konuşmaya gerek duymayanlardandık. Fakat açıklamalara, izahlara, bütün yalanlara ve doğrulara ihtiyaç duymaksızın birbirimizi algılıyorduk. ‘Leb’ demeden çoruma varıp geri birbirimize dönüyorduk. Disiplinime itaat ediyordu, bundan hoşlanıyordum. Bazen evde bize sofra kuruyordum. Sebze ile arası hiç yoktu varsa yoksa ona etli yemek olacaktı. Alkolü ve sigarası olmamasına rağmen sofrada ben sarhoş olana kadar bana eşlik eder ve beni dinlerdi. Ta ki ben sarhoş olana kadar diyorum çünkü sonralarını ben de hatırlamıyorum. O da ertesi gün, kendimi nasıl rezil olduğumu hissetmemi istemediği için diline ve kulağıma sarhoşluğumu sürmezdi.
Beni bütün deliliğime rağmen sevmişti, hiç tartışmamıştık, hiç ses yükseltmemiştik. Evde olduğum veya olmadığım zamanlar fark etmeksizin onun hep evde kalmasını ve dışarı çıkmamasını istiyordum. Böyle bir adamı başkası keşfederse haklı olarak asla bırakmazdı.
Ketumdu, öncesinden de sonrası için kurguladıklarından da hiç bahsetmezdi. Benimle konuşmadığı konulardan en çok bu beni duygulandırır. Onun hakkında tek bildiğim; babası annesi hamile kaldığında onları terk etmiş zavallı annesi ise doğum sırasında can vermiş. Beş ufak kardeşi daha varmış fakat onlar da kaldıkları yerde farklı hastalıklardan vefat etmiş. Bir tek o kalmış, bana kalmış ya da ben onun başına kalmışım. Kim kimin hayatına girmişti emin değilim.
Kısa zaman ardından geçirdiği ürolojik ameliyattan kaynaklı kadınlarla olan bağları zayıflamış hatta arzularının yüklü bir miktarını hiç tatmadan kaybetmişti. Benim uluorta lezbiyen ilişkilerim ve evde denk geldiği eşcinsel sevişmeler onu hiç rahatsız etmiyor, ilgilenmiyor ve hatta yorum dahi yapmıyordu. Yargılamaması ve beni kıskanmaması beni sevmediği anlamına gelmiyordu. O da bu durumun keyfini çıkartıyordu. Sevgililerim de ona karşı hep saygılı, ilgili ve sevgi doluydu. Ne yalan söyleyeyim onunla arada sırada öpüşürdük, sevgililerim de onu zorla öptüğüne nezaketen ses çıkarmadığına defalarca şahit olurdum. Kızamazdım, haklılardı. Ona çarpılmamak için insanın beş duyu organının şaltelinin inik olması ve beyninin sigortasının atmış olması gerekirdi. Ona olan ilgimi ve sevgimi kıskananlar da oldu. Olmaz olsunlar…
İtiraf ediyorum bazı günler beraber yatardık. Dişini hiç fırçalamasa da bazı günler nefesi yağmur sonrası gibi ıslak kokardı, horultusu ise kelebeklerin söylediği ninnilere benziyordu. Bacağımı uyurken üstüne atardım haz etmezdi fakat kızmazdı da, usulca kalkıp giderdi. Fakat ona kalırsa uyurken elini, kolunu, bacağını benim üzerime sermesinde hiçbir sakınca yoktu. Yoktu da… Cennet döşeğimdi. Fakat artık öyle değil…
Son üç buçuk senedir her gün sabahtan akşama kadar hemen hemen hala beraberiz fakat gecelerimizi sormayın. Ben eve dönüyorum, o ise ya iş yerinde kalıyor ya da Taksim’in ara sokaklarında takılıp gezerek gecelerini geçiriyor. Buna ben sebep oldum. Nasıl bu hale geldik biliyorum, bahsetmeyeceğim. Ve artık endişeleniyorum, korkuyorum. Çünkü artık genç değiliz, güçlü değiliz ve en önemlisi uykularımızda birlikte değiliz. Onun bu konudaki düşüncelerinden bihaberim, benimle bu konuyu da konuşmuyor. Taksim ve İstiklal sokaklarının kalabalığı, insanların ona olan ilgisi hoşuna gidiyor, yaşlandıkça şımarıyor sanırım. Benim sofralarımı es geçip başka başka sofralara oturup eğlendiğine şahit oluyorum. Kimse ona neyin iyi gelip neyin gelmeyeceğini benden dahi iyi bilmiyor ki. Oturduğu her sofra sağlığına dokunuyor o da bunun farkında lakin neden bunu yapmaya devam ediyor? Yaşından kaynaklı sık sık hastalanıyor, saçları avuç avuç dökülüyor, tırnakları kırılıyor, sarkık göbeği ve eklem bölgelerinde yaralar beliriyor. Daha yavaş adımlarla yaşıyor, hiç gücü yok. Doktora gittiğimizde ‘alerjisi vardır, olası bunlar’ dedi. Olası nedir ki? Olmasa olmaz mı? ‘Olası’ lar da olmaz olsun.
Ten kafesimin içinde saklı kalbimi tırmalayan kedim o benim. ‘Pala’m o benim. Benden genç rastladığım bu adamın şuan benden yaşlı olması beni kahrediyor. Türler arasındaki bu akıl almaz adaletsizlik zamanda da kendini gösteriyor. Papağanlara hürmeten mevzuya küfür edemeyeceğim. İçimde kalanlara onun azalan zamanıyla beraber yenileri ekleniyor. En eski ve yeni dostum, hayat arkadaşım; ömrünün tamamı olduğum ömrümün bir kısmını alan kedimi kaybedecek olma hissi bile delirtici hüzünlere boğuyor.
Bu kederimi sizinle paylaşmamın nedeni; dönüp baktığım da yalnız birer çocukluk, ergenlik, gençlik fakat sayesinde sevgi dolu ve huzurlu hissettiğim bir olgunluk süreci geçirdim, geçiriyorum. Bir kedi, yalnızca bir kedi insana nasıl böyle devasa bir güruh yaratabilir? Diğer kedilerle hiç anlaşma çalışma çabasına girmezdi. O kedilerin şerrinden bana, ben ise insanların şerrinden ona sığınırım. Canlılığın mutlak sonuna hazır hissetmiyor ve zaman istiyorum. Sadece biraz zaman… Benden ona aktarılabilmesi mümkün olan zaman... Kimden isteyeceğimi de bilmiyorum. Biliyorsanız bize yardım edin. Birbirimizi kaybetmek istemiyoruz. Beni anlayabileceğinizi bildiğim için sizinle dertleşmek istedim. Zaten daha fazla çaresizce yazamıyorum, kalemime de sığmıyor ihtiyar…
Hem o, hem siz kalın sağlıcakla… Lütfen kalın…
|