Senaristliğini ve yönetmenliğini ABD’li kadın yönetmen Patty Jenkins’in yaptığı 2003 yapımı Monster (Cani), ABD’nin ilk kadın seri katili Aileen Wuornos’un gerçek hayat hikayesini ve işlediği suçlardan yeni bir hayat umudu ile kaçış çabasını konu almakta, bu kaçışa eşlik eden dokunaklı bir eşcinsel aşk hikayesini öne çıkarmaktadır.
Beş kişiyi öldürmekten suçlu bulunan, 1992 yılında yakalanan, mahkemede lezbiyen aşkı Selby tarafından aleyhinde tanıklık edilen ve tam on iki yıllık mahkumiyetten sonra idam edilen Wuornos`un öyküsü, ABD kamuoyunu epey meşgul etmiştir. Çocukluğundan beri hayat kadınlığı yapan, kötü muamele ve tacize maruz kalmış olan Aileen, bir dönem ilişkiye girdiği erkekleri seri cinayetler şeklinde öldürmüştür.
Filmin çeşitli kısımlarında, Wuornos’un zor ve acımasız geçen çocukluğuna ve Amerikan rüyası tandansında hayallerine atıfta bulunan anlatım ve flashbackler, karakterin geçmişi ve akıbeti arasında neden-sonuç ilişkisi kurmaya, karakterin içinde bulunduğu koşulları anlamaya ve zıt kahraman (anti kahraman) yaratımına doğru evrilen bir çıkarıma yaramıştır. Aileen çocukluğundan bu yana, toplum tarafından beslenen fetişleştirilmiş kadın yıldız özentisi geliştirmiş, güzel ve ünlü bir yıldız olmanın hayalini kurmuş ancak sevgisiz büyümüş, tanıdıkları tarafından çocukluğundan beri tacize uğramış, uyuşturucu bağımlısı olmuş, on üç yaşına geldiğinde bir hayat kadın olmak zorunda kalarak aynı yıl hamile kalmıştır. Hayatının sonraki döneminde, otoyollarda hayat kadınlığı yaparak yaşamaya çalıştığı Florida’ya yerleşmiştir. Yokluk ve sevgisizlik barındıran, intihara meyilli bir çaresizlik içinde olan Aileen Wuornos (Charlize Theron), Florida’da bir eşcinsel barda eşcinselliğini köreltmesi(!) için anne babası tarafından teyzesiyle yaşamaya gönderilen genç bir kadın olan Selby Wall (Christina Ricci) ile tesadüfen tanışır. İlk temaslarında homofobik bir kalkanı olmasına rağmen Aileen, arz edilen saf sevgiye karşı koyamaz ve Selby’i son umut, çıkış yolu, tutunacak bir dal olarak kolayca benimser.
Trajik ve sevgisiz deneyimlerden ibaret olan Aileen, yeni bir hayat umuduyla ve aşkın verdiği cesaretle yasal bir iş bulmaya çabalamış fakat başarılı olamamıştır. Selby ile ilişkisini sürdürmek için her şeyi göze alan Aileen, hayat kadınlığı yapmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Çocuksu kaprislerine ket vuramayan, tecrübesiz ve ürkek Selby’i memnun etmek, ailesinden ayrıldığı için pişmanlık duymamasını sağlamak çabasında olan Aileen; ona bakmak için her yolu denemeye hazır hale gelmiş ancak kontrolünü tamamen yitirmiştir. Arabasına bindiği bir adamın vahşi tecavüzüne uğrayınca, kendini korumak için adamı vurmak zorunda kalır. Bu olay, travmatik cinayetler serisinin başlangıcı olarak kayda geçecektir. İlk cinayetin ardından Aileen, tecavüze uğrayacağı paranoyası, erkeklere duyduğu öfke ve maddi kaygılarla cinayetler işlemeye devam etmiştir.
Film, birbirinden oldukça farklı ancak ortak hayallere tutunmuş iki kadının iki farklı anlam barındıran kaçış hikayesini ortak bir paydada birleştirerek aynı yöne aktarmayı başarmıştır. Hayatta karşılaştığı zorluklardan yorgun düşmüş, yalnız, örselenmiş ve intiharın eşiğinde bir hayat kadını, bugününden ve geçmişinden kaçmak için bir şans yakalamıştır. Bu şans Selby’dir. Öte yandan çocuksu, savunmasız, dindar ailenin günahkar çocuğu olarak yaftalanan bir diğer kadın Selby, baskıcı ailesinden, yalnızlığından yeni bir maceraya, özgürlüğe ve aşka doğru kaçmaya heves etmektedir. Naif bir amaca hizmet eden öncül hikaye, Aileen’in ilk cinayetini işlemesi ile panik haline ve adaletten kaçışa doğru evrilmiştir. Yaşadıklarının ciddiyetini ve ağırlığını idrak etmekte güçlük çeken Selby’nin oluşturduğu yardıma muhtaçlık algısı ve korunma/bakım beklentisi Aileen’i otoyoldaki hayatına geri itmiş ve dolayısıyla tehlikeli bir psikoloji ile gerçekleştireceği seri cinayetlerin tetikleyicisi olmuştur. İlk tanışmalarında koruyucu, sevgi sunan ve ilk adımı atabilen taraf olan Selby, olaylar örgüsü ilerledikçe daha pasif, huzursuz ve pişmanlık duyan bir kadına dönüşmüş, Aileen ise hayata karşı umursamazlık hissinden sıyrılarak; Selby’e karşı sorumluluk hissi taşıyan, koruyucu, heveslendirici ve anaç rolünü devralmıştır.
ABD’nin ilk kadın seri katili Wuornos’un, ülke medyası ve haberciler tarafından pişmanlık nedir bilmeyen bir “canavar” olarak gösterdiği bir ortamda, hikayeyi cesurca insani unsurlarla detaylandıran senarist ve yönetmen Jenkins, seri cinayetleri salt odak haline getirmekten kaçınarak, bir umuda kaçmaya uğraşan aykırı bir aşk hikayesini Aileen’in gözüyle yansıtmış ve izleyicileri bir empat olmaya itecek kadar derinlikli ve sıradışı bir kadın karakter oluşturmayı başarmıştır. Filmde seyircinin kurduğu empatiyi, yaşadığı ahlaki çelişkileri ve rasyonel tepkileri besleyen unsurlardan biri de şüphesiz kalıpları yıkan, gerçekçi Aileen Wuornos (Charlize Theron) karakteridir.
Hollywood’un en çekici kadın oyuncularından biri kabul edilen Theron’un, filmde gerçek karaktere oldukça sadık fakat Holywood kalıplarına ve sosyal normlara aykırı duran non-normatif, bakımsız, sert ve kaba imajı, filmi farklılaştıran unsurlardan biri olmuştur. Aynı zamanda bu farklılık dikkat çekici bir adanma ve güçlü oyunculukla birleşerek birçok ödülü beraberinde getirmiştir.
Laura Mulvey’in Freud ve Lacan temelli psikanalitik teorisinin odak noktası olan sinemadaki eril bakışa (male gaze) ve skopofiliye (görme arzusu) bu filmde rastlamayız. “Cani” iki kadın arasında aşk ve seks unsurları ve şiddet planları içermesine rağmen, bu örgüyü “perdeye bakma arzusu”na dönüştürmeye yeltenmemiştir. Klasik sinemanın dikizcilik yapısı bu filmde karşımıza çıkmamaktadır. “Cani” erotizmden bir hayli uzak, fetişizm barındırmayan, neredeyse cinsiyetsiz ve aykırı kadın karakterleriyle skopofiliye karşı realizmi ve sağduyuyu öne çıkarmıştır. Bu tarz ayrımlar filmin belirleyici özellikleri olarak görülebilir.
Aileen’in cinayetlerini işlediği gerçek mekanlarda (ormanlık alanlar) ve 1989-1990 yılları arasında sıkça gittiği gerçek bir barda çekilen ‘Cani”, haklılık ve hafifletici sebep iddiası, realist sertliği, zıt kahramanla kurulan empatisiyle 1960’lar ve 1970’lerin geleneklere aykırı duran Hollywood filmlerini hatırlatmaktadır ancak birçok noktada onlardan ve hatta 1990’lardaki kadın zıt kahraman akımlarından farklılaşmaktadır.
Sosyoekonomik gelişmelerin popüler sinemaya yansımasına yakından tanık olduğumuz 1990’larda dramatik bir artış gösteren kadına karşı şiddet ve tecavüz vakaları, o dönemde femme fatale karakterleri barındıran iddialı yapımları (“Temel İçgüdü” örneğinde olduğu gibi) tetiklemiştir. Bu akım kimi zaman, özellikle 1940’lar ve 1950’lerde oldukça popüler olan film noir (kara film) türündeki filmlerin ana karakterlerinden olan fettan, tehlikeli, güzel ve seksi kadın karakterlerin dönüşü olarak yorumlanmıştır. Aşırı seviyede cinsellik ve şiddet barındırabilen bu filmler, erkekleri cezalandırma konusunda usta, yenilmez ve intikamcı kadın karakterler yaratarak filmlere feminist öğeler iliştirme çabasına girmiştir. Ancak filmlerde öne çıkan daha ziyade neredeyse şeytani kadın karakterler olmuştur. 2000’li yıllarda da“Kill Bill” örneğinde olduğu gibi intikamcı kadın karakterler barındıran filmlerden oldukça popüler hale gelenler olmuştur. “Cani”, kadın karakterin kırılımları ele alındığında sansasyonalizm barındırmaz. Sağlam sosyolojik ve psikolojik nedenlere bağlı olarak patalojik sonuçlara doğru sürüklenen bir hayatın içerisinde sıkışmış çaresiz ve muhtemelen sağlıksız bir insanın trajik ve samimi hikayesini sunar.
Film sadece karakterlerin kaçış hikayelerini barındırmıyor olabilir. Zira, Patty Jenkins bu filmde Hollywood’un alışılagelen, iyi pazarlama olarak sunulan eril bakışını, sansasyonalizmini ve fetişizmini kullanmamayı tercih etmiştir. Sıklıkla empatinin gücünden yararlanmış; bu anlamda eril söylemlerin ve eril bakış açısının genel geçer olduğu Amerikan sinemasının klişelerden kaçınmıştır. Başrolde izlediğimiz Charlize Theron fetişleştirilmiş kadın yıldız imajından oldukça uzak ve doğal konumlanmıştır. “Cani” birçok anlamda, sadece karakter ve örgünün değil, aynı zamanda denenmiş ve başarılı olmuş, sıklıkla tekrarlanmaya uygun “izleme garantili” akımlardan, imajlardan kaçış olarak görülebilecek bakış açıları ve çıkarımlar barındırmaktadır.
Aliye Aybüke Özdemir
|