Bu bir “drama queen” hikayesi… Kadınları sevmek; karmaşıklığı, kaosu sevmeye benziyor. Her daim bakımlı, sevimli, başarılı, takdir edilesi, çıtır kıtır, ilik Lindsay bile, hayata hep bulanık, çifter çifter, birinin koluna bilinçsizce yüklenmiş, gece yarıları en akıcı makyajıyla bakmıyor mu artık? “Lindsay’s private party” gibi hem fazla sanatsal, hem fazla iddialı bir şey ancak onun gibi bir kandile yaraşır. Bu karmaşa onun uyarıcısı, kadınları sevmesi de bu yüzden belki… Hep küfre yakın bakışlarla meydan okuyor manşetlere, mostralık tacı tepesinde…
Yanlış anlaşılmasın, burada ahlak falan sorguluyor değilim. Aksine… Ahlak bekçilerini bambuyla dövesim var. Kişisel özellikleri de göz ardı etmeyeceğim fakat; “hayat bize ne zor”, “psikoloji de depremden sonra yapılan bina değil ki sağlam olsun” mantığından tekrar tekrar usanacağım. Hem kendi kendime “vur!” deyip, hem de öldürüyorum.
Hangi cazibeye sığdırabilirim ki kadınsı zararlarımı? Sürekli bir şeyleri kovalıyorum yüksek topuklarımla ya da yalınayak… Eee, düşmüyorum mu sanıyorsunuz? Her yerim yara bere. Ağlamıyorum diyemem, ama kimsenin duymayacağından emin olduğum bir yere gidiyorum. Olsa olsa akmış makyajım delil oluşturabilir dedikodu sakinlerine… Onu da makaraları koyvererek, kakara kikiri yalanlıyorum.
Şişkin egolarımızı hangi toplu iğneyle acıtarak, söndüreceğiz? Bir objektif doğrultulduğunda yüzümüze, anafordan çekici bir bakış mı yerleştireceğiz yüzümüze? Aman sakın bozmayalım, utancımızın ölüsü kınalı bekaretini… Arsız fakat ahlak bekçisi olalım değil mi? Sonra da “o”na, “bu”na mahalle baskısı mı yapalım? Kendi egomuz, sırtımızda fark etmediğimiz bir acayip kambur sanki. Önümüzdeki içtenliğe avurtlu burnumuzu kıvırır olduk. Aynalarımız mı kırık kırkbir yerinden? Bu kadar batan ve kendi hatalarımızı görmeye mani olan ne?
Rassal mekanlarda, rassal zamanlarla, rassal konularda, çektiğimiz dikkatin aslında ezikliğimizi kabul, çekiciliğimizi inkar oluşunu fark ettiğimiz anları hangi makalelerle yayınlayacağız? Mehterhane şeytanlığına mı soyunacağız sanat için? “Kimseyi umursamıyorum” gibi bir cümlenin umurumuzun cavalacoz sesi olduğunun farkına varmayacak mıyız? Geçsek bunları… Zemzem kuyusuna işemektir bunun lügatteki adı.
Kendimize yaptığımız pozitif ayrımcılık, o kadar aciz ve ciddi boyutlarıyla yaşıyor ki, sabaha karşı yüzündeki renkli boyaları silerkenki hüznüne benziyor babaçko bir palyaçonun. Gösterişli bir yeniliş…
Bir an geliyor, matiz olmaya yakın, havanın aydınlanmaya başladığı dakikalarda, aynada “akşamdan kalma” hallerimi okşuyorum, çünkü çok yalnız buluyorum kendimi. Neden önce “insan” , sonra “kadın”, sonra “eşcinsel” olamadık ki? Sırayı karıştırıyoruz… Biz karışıyoruz… Makyajım akıyor, ruhum başka ruhlara karışıyor.
Her şeyi o kadar çok yedi renge boyadık ki, göz yorucu olduk sırasıyla. Neden daha şeffaf olmuyoruz? “Olamıyoruz ki” diyen çıkar nasılsa diye, söz mü almıyoruz topluluk önünde? Biri hemen bir bahane üretsin, diskuru çeksin isteyip; kalabalıktan onaycı bir uğultu yükseltmek için fısıltılarımızı birleştirecek anı mı kolluyoruz?
Korkak mıyız? Neden, ciddiye alınacak her şeyi, tiye alıyoruz ve tüketiyoruz hemen, acizmişçesine kaçıyoruz? Sevmeyi, saymayı, sevişmeyi mesela… Kaç satırda, kaç ilişki durumu değişikliği ve kaç beddua, ergenlik oyunu, yalan, dedikodu ve reklamla ufak parçalara ayırıp, asırlardır açmışçasına yuttuk? Acele edenin, ecele gittiğine inansak… Yine de yapar mıydık bu kadar hız?
En sağlam görünüşlü kadınları kapsayan kalabalığımızda bile güçlü karakter bulmak zor. Maskülenliğinizi, delikanlılığınızı, ‘aksiyon starı’ yahut ‘acıların kadını’ havanızı falan bir kenara atın. Hepsi gazoz ağacı! Biz hep rahat, mutlu, vurdumduymaz olmak istiyoruz. Nerde aksiyon, nerde bu? Zor hayatlarımız var, olsun… “Ben de zorum!” diyebilecek biri de mi yok?
Hep kalabalık olmak istiyoruz. İşte bu da bir azınlık psikolojisi. Hep “biri” mi olmalı? Sırf “biri” olsun diye yalnızlık aldatılır mı? Bir nevi kendini zorla ikinci sınıf lanse etmek için kılıflar diken terzileriz biz.
Hep depresif, hep ezilmiş, hep aşk acısı çeken, hep haksızlığa uğramış, hep hayatla arası kötü olan, hep ölüme yakın duran, hep nefret dolu, hep aç olan bizler değil miyiz? Bir vahşi kedi gelip, ruhumuzu pençeleriyle esir almış sanki… İçime… İçimize bir Lindsay Lohan çöreklenmiş gitmiyor. Benimki de gitmiyor! Yapıştı kaldı ruhu, tatlı çaçanın…
Bu görüntüde kadınlardan kaç Amazon çıkar sizce? Hangimiz bir göğsünü kendini ve sevdiklerini korumak için verdiği hayat mücadelesinde feda edebilir? Sonra kendini küllerinden püfür püfür doğurabilir? Kendini doğanın bir parçası olarak gördüğü için, bağırırcasına sakin, yıkılırcasına dişi kalabilir?
Sınıfa can alıcı bir soru yöneltip, “biri parmak kaldırıp cevaplasa” diye heveslenen yeni yetme hocalar gibiyim. Arka sıralardan birileri aklıma tükürüyor. İçindeki karavanadan kurtulmuş birini bulursak, rica edelim de; okusun, üflesin, tükürsün gerekirse… ‘Lindsay çıkarma ayini’ tertip etsin benzerlerimize…
Gece Demir