Yaprakların kendilerinden geçmişçesine sararıp döküldüğünü hatırlıyorum. Arnavut kaldırımlarını rahat rahat arşınladığım, içimin içime sığmadığı zamanlar…
Üşümüyordum çıplak dahi olsam, öyle pırpırıyım, yanık süt kokuyordum, içine çekiyordun. Tütsü yakardım her akşam ve her yağmurda kuşların fotoğraflarını çekerdik. Ben şemsiyelerden nefret ederdim, sen hep en iyilerinden alırdın. Sokağın köşesindeydik, yıldırım düştü sandık, gözlerimizi açmadık, dudaklarımızı ayırmadık bile… Damlardan havalanan saksağanlara şiirler okurdun. Havanın kararışını konuşmadan izlerdik, perdeleri açıp. Gözümüzü karanlığa çok alıştırdık. Bir mum yaksam, katlanamaz söndürürdün.
Küçük masalara kalabalık oturup, erkek delisi kokoroz kızların evlilik planlarını dinlerdik. Ağlarlardı bazen… Hakaret ederdin saflıklarına. Sonra küfür ederlerdi, senden nefret ederlerdi… Bana bakardın… Gülümsemende bile bir eksiklik vardı, ses çıkarmaya çekinen. On parmağından yedisini, ikinci el yüzüklerle süslerdin… Saçlarını hiç uzatmazdın, sürekli kısa, tertemiz ve yeni kesilmişti… Ara sıra kullandığın şık bir gözlüğün vardı, hatırlıyorum… Okurken takıyordun. Seni ciddi gösteriyordu, ama içimi yakıyordu, dokunmak istiyordum… Uydulaşıyordum. Çok çabuk sinirlerinin esiri olurdun, güçlüydü öfken. Zemzem kuyusuna işerdin bazen. Gemileri yakardın. Bach çalardı… Kavga ederdik, ellerimden cam kırıklarını temizlerdin, kanımın tadına bakardın. Nergisleri koyduğum vazo yuvarlanırdı. Karakalem resimler ıslanırdı… Umursamazdın, fırlatıp camdan atardın. Sıcak bir şeyler içer, sevişir, barışırdık. ‘La Rose de Versailles’ izlerdik en çıplak halimizle… Kin tutmazdın, kir tutmazdın… Unuturdun. Sevişmelerimizin tanığı piyanonun metalik yansımasında bana besteler yapardın. Ağlardım. Ağlamamı severdin. Çok az yemek yerdin, benim iştahıma şaşırırdın, oysa onu açan da sendin. Aktarlardan sürüyle çay, bitki falan alırdık. Hepsinin binlerce özelliğini hiç karıştırmadan anlatabilirdin. Bir çiçeğe aşık olduğun için yurdun uzak bir köşesine gidip, bana bir demet kurutulmuşunu getirdiğini hatırlıyorum. Hayatı ve canlıları bu derece sevmeni samimi bulmuyordum. Zaten sen benim ezberimi çok kereler bozdun. Artık asla eskisi gibi olamıyorum. Kocaman kutularda sütlü çikolatalarla mutlu olamıyorum. Varsa yoksa her şey bitter. Her şey biter! Benden başka arkadaşın yoktu, çok sık çıkmazdın dışarı… Bütün gün sabahlıkla dolaşabilirdin ve bütün gün şarap içebilirdin. Dut gibi olurdun bazen. Seni zorla şehrin merkezine götürdüğüm akşamlar olurdu. Şık mekânları, dünya mutfağını, kaliteli şarabı severdin. Meşhur bir yer vardı, orayı çok severdin. Hep oraya giderdik… Hep aynı masaya otururduk. 26 numara. Hep şef gelip hatırını sorardı. Kabul et, sempatik çocuklar değildik. Bahşiş karşılığı ilgiler satın aldık hep, yahut senin Fransız kalmış suratın bizi değerli turistler yapıyordu Oscar François de Jarjayes … Yakının olmayanlara hep daha naziktin. Seni beğenenler olurdu, hasbi geçerdin. Kırma insanları, kırma…
Çok hızlı yürürdün… Aslında koşardın. Sana yetişemezdim. Ellerimi ellerine kenetleyip, rüzgarında dalgalanarak peşinden sürüklenirdim, halime gülerdin. İskele alırdın hemen hınzırca. Fazla üşürdün. Renklere küskündün… Toprak rengi bir hırkan vardı, umut gibi kokardı. Bir yere ikinciye gidiyorsan, farklı bir yoldan giderdin… Kaybolurduk, hoşumuza giderdi. Yeşillik bulursak uzanırdık, sahaf görürsek gezerdik, hiçbir şey bulamazsak gökyüzü vardı, kendimize evlatlık bulutlar seçerdik…
Kaleye çıkmıştık bir gün. Ben varoşlardaki sevimli, pis ve güzel çocuklarla beraber kafanı ütülemiştim. Fotoğraflarını çekmiştik, kirli ayaklarını, adamdan bozma çocukluklarını… Çok şık, antika bir gramofon beğendin. Boğuntu dükkânıydı. O günden sonra, para biriktirmeye başlamıştım onun için. Bir yerde harika bir çay içmiştik. Yıllar geçti, hala daha iyisini tatmadım. Aynasız bir adam yama olmuştu bana, o gün yeşillenmişti… Alabandayı yemişti senden. Gözlerinden akan öfkeden anlamıştım içinden okuduğunu. Bir sürü fotoğrafımı çekmişti adam, siyah beyaz… Hepsini yakmıştın. Sana ait olan fotoğraflardan sadece birini bulabildim. Sanırım aşkının şiddetine yenik düşen kıskanç fakat iyi niyetli esmer bir kadın, yırtıp attı diğerlerini ben onun koynunda uyurken. Senden sonra hayatıma girenler, seni aratmadılar, sağlıcakla kalsınlar. Çokça aşık oldum, en az seni sevdiğim kadar sevdim onları. Fakat senden sonra hayatıma giren kimse canımı böyle kahretmedi. Nasıl kıydıysan, kaskatı kesti kalp kapakçıklarım.
Görücü usulsüz bize geldiğin bir akşam yemeğinde; peder, valide ve aşık üçgenine içinde mis gibi şarap olan kadehler kaldırdık. Her ne kadar ödümden kopsa da önyargıları ebeveynlerimin, emin ol o gün istesen beni peygamberin kavliyle, düşünmeden verdim, gittiye getirirdin. Oysa sizin kız tarafından yanıma kar kalanlar ‘Anadolu’da yapılan aşk büyüleri’, yakışıklılığı kız yurtlarına nam salmış abin ve ruh hastası teşhis edilişlerin idi. Bir ana benim hücrelerimi şıngıraklı şıngıraklı zehirledi. Anamdan emdiğimi yüreğimden getirdi. Yine de soğuk elini öptüm vedalaşırken… Çekmecemde saç tutamları… Bacamda muskalar… Uzaktan cinsiyetsiz, cılız bir çocuk gibiydin… Hayatımda tanıdığım ilk androjen, sevdiğim ilk ‘kadın’dın. Kendini hep vardakosta bir şövalye sandın. Beyninde hep bir keman çalardı, durmaksızın… Bu yüzdendi; melankolikti, keserdi bakışların. Yakından; koruyucu, uçsuz bucaksız, sevilmeyi bekleyen, huysuz bir kadındın. Bana kadınları yıllarca anlatıp, bir çırpıda sevdiren, keşfim, kaderim, yol ayrımımdın… Senden sonra kendimden emin oldum, senden sonra insanlarla konuşmaya başladım, senden sonra sevmeye başladım ben… Senden sonra yaşamaya başladım… Sen kirişi kırdıktan sonra ölmeye başladım, olgunlaşmaya… Röveşatadan gol attın ağlarıma. Daha güzel yenilemezdim. Bahardayken, sonbaharı özlüyorum. Kış hiç korkutmuyor beni, zartayı çekmek de... Bamya tarlası, “ani kayıpları bekleme salonu”ndan beter olamaz ki… Ruhuna El ‘Exodus-Maksim Mrvica’…
Gece DEMİR
|